20.01.2009

Eyes Wide Shot , peki ama nereye kadar??!

0

Dr.Bill Harford, güzel karısı Alice ve 7 yaşındaki sevimli kızı Helena ile ile birlikte mutlu mesut yaşayıp gitmektedir. “Mükemmel” kelimesinin sözlükte tam karşısına Harford Ailesi yazılması gerekir diye düşündürecek muazzam bir hayat yaşamaktadırlar.

Bir aileyi aile yapan hemen her şeye sahiptirler; huzur dolu bir “yuva”, sevgi-saygı çerçevesinde aile ilişkileri, günlük hayatı düzenleyen tanıdık “öğrenmişlik”ler…

Bir akşam bir dost (?) davetinden sonra o güne değin hiç akla gelmemiş bir sorunun cevabını ister Bill karısından; “ başka bir erkek hakkında fantezilerin var mı?”. Bu sorunun cevabı, o an için tüm öğrenilmişlikler içinde makul bir yere oturtulabilir görünse de tamamen kapalı gözlerin aralanmaya başlaması artık kaçınılmazdır. “Mükemmel aile” için, yoktan var edilen, yahut varken o güne değin yok sayılmış olan ve günün birinde yüzlerine çarpan sorunları kurcalamanın vakti gelmiştir. Oysa tek tek çözmeye çalıştıkları sorunların kaynağında tek ve büyük olan bir tek sorun vardır ; yalnızlık .


Yalnızlık her zaman “yalın olma” durumu değildir. E.W.S’taki doktorun ve karısının birbirlerine açamadıkları iç dünyalarında yaşadıklarıdır asıl yalnızlık hissini veren.

Orjin sahnesinde maskelerin arkasına saklanan ve buna rağmen/bunun için daha da ürpertici olan, kalabalıklar içinde tek başınalık hissini veren bakışlardır ip uçları; filmin başındaki tuvalet sahnesiyle bir karı kocanın arasındaki “soğuk yakınlık”, bireyliklerinden vazgeç”miş” gibi davranarak “bütün” olunabileceği yanılgısında gitgide büyüyen içsel yalnızlıklar...

E.W.S bir anlatıcıya ihtiyaç duymuyor çünkü her kare, her detay, her mekan, her diyalog kendi dilinde konuşup parçası olduğu bütüne hizmet ediyor. Tıpkı iskambil kağıtlarından oluşan bir kule gibi; her şey tam da olması gerektiği yerde, ne bir eksik ne bir fazla, tam da olması gerektiği gibi belki de. Kuleye bakıp anlamını çözerken, kağıtların her birinin tek tek anlamlarını da ıskalamamak gerekiyor. Yoksa filmi film yapan detayları kaçırmak mümkün; Dr. Bill’in Alice’i aldatmak üzere, Domino adında bir fahişenin evinde olduğu sahnede gözüken ‘Sosyoloji’ye Giriş’ kitabının bu filmin sosyolojik bir bakış açısıyla okunmasının işaret edişi gibi, ya da orjin yapılan malikanenin "fidelio" olan giriş parolasının filmin dayandığı Arthur Schnitzler'in kitabına yaptığı gönderme gibi…

Duygusal gel-gitlerde kadraj içi tutkulu kırmızılar, soğuk maviler, sahte sarılar da psikolojik değişimlere adapte oluşu kolaylaştırırken kullanılan tüm müziklerin her bir notası ilmek ilmek bağlanır olay örgüsüne..

Görsel ve işitsel tüm detayların bir müzik gibi ahenkle ekrana yansıması diye özetleyip geçmek mümkün bu filmi. Ancak biraz cesareti olanlar kabul edecektir ki; aldatmak ile aldanmak arasında masumiyetin adresini göstermeye çalışanlara, aldatmaların sırtını dayayacağı “masum” açıklamalar arayanlara, aldanmışlıklarının kendi sırtlarındaki kamburundan kaçmak için “gözü tamamen kapalı”yı oynayanlara Kubrick’ten gelen güçlü bir tokat Eyes Wide Shot.



“Her seçiş bir vazgeçiştir” der Pascal. Peki vazgeçen mi yoksa vazgeçme eylemine sebebiyet veren mi taşlanmalıdır? Korkular, meraklar, pişmanlıklar arasında gelip gitmek mi yoksa akıp giden dingin suya kendini koy vermek mi “doğru” seçimdir acaba?
Kime göre?
Neye göre?...

Sorular birbirini kovalar durur. Hayat akıp gider, yıllar geçer. Kimisi “gözü tamamen kapalı” yaşayıp giderken kimisi de an gelir kuralları çiğner. Göz kapakları hafiften aralanır, beyini kemiren kurtlar gözün gördüklerini alır büyütür. Akıp giden hayata “dur” diyemediği için öfkelenen birileri, öfkesine muhatap bulamayınca bizzat kendisi tarafından yazılmış senaryoların paranoyalarında fantastik bir dünyaya yelken açar.

Elde olanlar +1 değildir, çünkü zaten hep eldedir. Elde olanlar hep elde olacaktır, çünkü misyonları bundan ibarettir. Eş bekler nasılsa evde, çocuk bekler… Dışarıda kocaman bir dünya vardır, dışarıda çengellerinin sivri köşeleri göz kamaştırıcı bir şekilde parlayan yepyeni, gıcır gıcır soru işaretleri vardır. Dışarıda +1’ler, +2’ler,+ sonsuzlar vardır. Çünkü dışarıda olan her şey “dış”a ait olma durumundan dolayı zaten ilk dakikadan itibaren artı hanesine yazılmak için ön koşulu gerçekleştirmiş bulunmaktadır. İçeriye ait olanlar da “iç”te bulunmaktan dolayı zaten çoktan güvenceye alınmıştır.


Sözde dostlukların pekiştiği şaşalı Noel kutlamaları, sevmeden sevişilen soğuk siyah deri koltukları, bastırılmış cinselliği haykıran çıplak kadın tabloları, insanın fıtratına kuşandığı bin bir çeşit görünmez maskenin üstüne giyilmiş, en ilkel dürtülerini kusacak bakışlarını kamufle etmeye çalışan soğuk porselen maskeler...

“Gözü tamamen kapalı” olmak bir seçim olabilir mi?


Eyes Wide Shot …



peki ama nereye kadar??!

SANAT MI TAVUK YUMURTLAR YOKSA YUMURTA MI TAVUK SANATLAR

0

Günün birinde Sinan Çetin’le sinema anlayışı noktasında (bir filmlik bile olsa) hemfikir olacağımı söyleseler asla inanmazdım. Ama Semih Kaplanoğlu sayesinde bu da oldu. Meleğin Düşüşü’nden sonra Kaplanoğlu’ndan böyle bir film izlemek benim için şaşırtıcı olmadı belki ama Çetin’in dediği gibi, kesinlikle bir “entelektüel terör”e maruz kaldım. Üçleme diye yola çıkıp “fragman” olmaktan öteye geçemeyen bir filmle seyirciyle buluşmak nasıl bir stratejik planlamanın ürünüdür bilemiyorum. Yönetmenin mutlaka bir bildiği vardır diyor, haddimi de bilip “neden” sorusunu sormuyorum.


Ancak merak ettiğim bir şey var; sanat filmi kategorisinde değerlendirilen ve gittiği her festivalden koltukaltına birkaç ödül sıkıştırıp dönen Yumurta, bir benim algı kanallarımca mı tanımlanamayan cisim olarak yorumlandı gerçekten? Saadet Işıl Aksoy’un su gibi oyunculuğu, Nejat İşler’in hep kendiyken bir başkası da olabilen vücut dili ne kadar takdire şayansa, bütün olarak ele alındığında Yumurta en az o kadar ifadesiz. Ama durun, bütün bunlara girmeden önce üstünde düşünmemiz gereken önemli bir kavram var; “sanat sineması”.


Siz hiç “sanat tiyatrosu”, “sanat resmi”, “sanat edebiyatı” gibi bir tanım duydunuz mu? Rüştünü ispatlamış altı sanat dalı içinde başına “sanat” kelimesi getirildiğinde anlamının güçlendiği düşünülen bir branşa rastlayanınız var mı?( Türk sanat müziği tartışmasına girmeden devam ediyorum.) Diğer tüm dallardan daha genç bir sanat olması sebebiyle mi bilinmez, sinema sanatının içinde, bir alt başlık olarak “sanat sineması” şeklinde saçma bir tanımlama oluştu. Bu tanım kimlerin başından çıktı, ilk kim kullandı bilinmez ama bugün özellikle yurdum entelektüel çevrelerinin pek sevip saydığı, bir nevi prestij göstergesi olarak aldığı, almakla kalmayıp bir de ödüle boğduğu, kendi prestijini kendi dar çevresiyle besleyip büyüten ve sonunda literatüre girmeyi başaran bir tanım haline geldi.


Son yıllarda sıklıkla duyduğumuz ve benim gibi sinemayı başlı başına “sanat” olarak yorumlayanların kafasında bir yere yerleştirmekte güçlük çektiği bu “sanat sineması” tanımını, “sanat sineması yapmak” esasına dayalı akademik bir eğitimden çıktıktan sonra kendimce yorumlamaya başladım. Gördüğüm şuydu ki; aksayan kurgu, kesik ama mesaj kaygılı az sayıda diyalog, uzun ve akmayan planlar, yoğun kasvet “sanat filmi”nin en belirgin özelikleriydi. Bir film ne kadar anlaşılmazsa o kadar “sanat” sayılıyordu. “Sanat sanat için midir, toplum için midir?” tartışmalarının da “sanat sevici entelektüel çevre” tarafından ortaya koyulduğunu fark etmem bu döneme denk gelir.


Gösterilecek sinema bulamayan, gösterildiğinde başarılı gişe yapamayan, salondan çıkanların “anlamadım ama iyisi mi kimseye belli etmeyeyim anlamadığımı, kesin çok derin mesajlar veriyordur” diye kendisini aşağıladığı filmlere “sanat filmi” tanımlamasını yapmak bence hem sanat kavramına, hem sinemaya, hem izleyiciye hem de tüm sinema emekçilerine çok ciddi bir hakarettir. Sinema başlı başına bir sanattır. Tartışmaya açık olmayan bu konuda bence tartışılabilecek tek nokta sinema sanatı içinde verilen ürünlerden izlediklerimizi iyi olarak yorumlayıp yorumlamadığımızdır.


Konunun başına dönecek olursak, Yumurta; sinema sanatı içinde Türk sinemasının son dönem önemli çalışmalarından biri olarak, az sayıda salonda da olsa, halen gösterimde. Benim kişisel zevkime hitap etmese de, kafamda ve sinema anlayışımda tam yerine oturmasa da yoğun emek sarf edildiği açık olan ve sırf bunun için bile olsa izlenmeyi hak ettiğini düşündüğüm bir çalışma. Üçlemenin son filmi olduğunu ve diğer ikisinin de önümüzdeki aylarda gösterime gireceği düşünüldüğünde, madem bir gün izleyeceğiz neden bugün olmasın diyor ve sizi başka bir önceliğiniz yok ise Yumurta’yı izlemeye davet ediyorum. Hem gözünüzle görmeden hangimizin haklı olduğunu bilemezsiniz değil mi?

Dünyanın önde gelen sinema eleştirmenleri ve jüriler mi, yoksa bu köşede hüküm süren bendeniz mi?..: )