28.10.2009

İKİ DİL BİR BAVUL

0





Tüm sözlüklerin işaret ettiği çok basit bir tanım var; bir kişinin hayatta ilk kez öğrendiği, kendisini bütünüyle ifade edebildiği ve kimlikleştirebildiği dile ana dili denir. Mesela taze öğretmen Emre Aydın'ın ana dili Türkçe. Türkçe eğitim veren okullarda okumuş, Türkçe konuşan bir ailede büyümüş, Türkçe yazan tabelaları okumuş... Sonunda Türkçe yapılan bir sınava girmiş, kura çekmiş ve Şanlıurfa'nın Siverek ilçesine bağlı Demirci Köyü'ne ilkokul öğretmeni olarak atanmış.

Demirci Köyü Türkiye sınırları içinde 1059 haneli küçücük bir köy. Bu köydeki insanların okulları, tabelaları yok, hatta suları, kesintisiz gelen bir elektrikleri de yok. Sadece yaşamaya çalışıyorlar, tüm dertleri yaşamla.. %80'i kendilerini Kürtçe ifade ediyorlar, ailelerinden Kürtçe öğrenmişler, yani ana dilleri Kürtçe.

Bu köyün çocukları tezek toplamaya gidiyor, domatese gidiyor, çamaşıra gidiyor, gittikleri yere çocukluklarını da götürüyorlar. Zaten taştan başka oyuncakları da yok onların, bir de tabi birbirleri.. Gerçek bebeklerle oynanan ve nesilden nesile aktarılan bir evcilik oyunu hali.. Her çocuk kendinden sonra dünyaya gelenin hamisi; çocuk yüzlü yetişkinlerin, yetişkin bakışlı çocukların sebebi de bu belki..

Denizlili Emre Öğretmen ilk görevi için Demirci Köyü'ne atandığında sudan çıkmış balık gibidir. Elektrikler kesilir, sular zaten gelmez, hevesi kırılır, gözü korkar, ama pes etmez. Tek tek gidip toplamak gerekse de evlerinden, okul çağındaki çocuklar okula gelmelidir, birer ikişer getirtilir.
Bundan sonra Milli Eğitim müfredatı ne buyuruyorsa o yapılır.. yani yapılmalıdır.. yani okulda öğretmen adaylarına öğretilen budur.. ama ya eğitmekle yükümlü olduğunuz çocuklar konuştuğunuz dili bilmiyorlarsa??


Taraf olmadan, kör göze parmak sokmadan, sadece kamerayı bir göz yapıp bizlere "görmek zorunda olduklarımızı" gösteren bir film İki Dil Bir Bavul .

Yönetmenleri Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan için bir ilk film olmakla birlikte, Türk sineması adına da, Türkiye halkları adına da bir çok açıdan bir "ilk film" olduğunu söylemek yanlış olmaz sanıyorum.

Yıllarca bağıra çağıra söylenenler, başta kurmaca gibi başlasa da sonradan belgeselliği su götürmez bir şekilde anlaşılan bir filmde ancak bu kadar usturuplu söylenebilirdi herhalde.
Sloganlar yok filmde, isyan yok, ajitasyon yok.. Sadece bir köy, bir okul, okulda birkaç çocuk, çocukların aileleri ve tüm bu gördüklerine alışmaya çalışan batılı bir öğretmen var.

Senaryo yok, oyuncu yok, drama yok, görsel efekt, destekleyici müzik..hiçbir şey yok. Teknik anlamda son derece minimal bir film olan İki Dil Bir Bavul, aynı zamanda
Kinoks
ustalarına da bir selam duruş dersek yalan olmaz herhalde..

Kurmaca bir iki sahne var ancak onlar da gördüklerimizin ötesini algılamamıza yardımcı olmak için konmuştur diye düşünüyor ve görüntülerle birlikte akmaya devam ediyoruz.


Haber bültenleri, gazeteler hep bir şeyler anlatıyorlar. Bir de sanat anlatsın derdini size. Bir de sinema'dan dinleyin "hikayemizi". Denizlili Emre olun, Siverekli Zülküf olun, oğlunu doğuya göndermiş endişeli anne olun, kardeşine bakmak için okula gidemeyen 7 yaşındaki Dilan olun... Bir sürü ödül aldığı için değil, Nuri Bilge Ceylan tavsiye ettiği için de değil, nerden çevirip bakarsanız yine hikaye "bizim hikayemiz"e çıktığı için izleyin. Sadece geçin bir sıraya oturun Demirci İlköğretim Okulunda ve kendiniz yorumlayın olanı biteni.

Okul günlerim geliyor aklıma. Dziga Vertov diyor ki; "Gerçeği göstermek basitlikten öte birşeydir; çünkü gerçek basittir!"

Ve ekliyor;

" Yaşasın proletaryanın devrimci sine-gözü! * "

Fragman için
buyrunuz;




Hamiş: Siverek doğumlu bir babanın İzmir doğumlu kızı olarak ben, insanlığımı coğrafi bölgelere ayıramıyorum... Hem Emre öğretmenin baktığı yeri biliyorum, hem Dilan'ın diyemediklerini. Bu yüzden zor bir yazıydı benim için. Çok şey vardı daha söylenebilecek, ben sustum, film kendisi anlatsın istedim...

16.10.2009

Aptallık Çağı / AGE OF STUPİD

0


Bir yerlere koştururken yolumuza çıkan, çoğunlukla cevap bile vermeden yanından yürüyüp gittiğimiz yeşil tshirtlü arkadaşlar vardır iskele dolaylarında, çarşıda pazarda, en kalabalık noktalarda.. Bu arkadaşlara genellikle "zibidi" gözüyle bakarız. TV'de gördüğümüz kadarıyla arada kendilerini fabrikalara filan zincirlemek, balinalar öldürülüyor diye olay çıkartmak gibi "yetişkin işi olmayan" uğraşılar içindedirler.

Oysa bir yetişkin efendi efendi takım elbisesini giyer, her sabah aynı saatte uyanıp, her gün kullandığı yoldan, her ay sonu ödemesi yapılan işine gider. Bu arada birkaç yılda bir arabasını yeniler, yaşam standartını yükseltecek(!) yatırımlar yapar, büyük büyük sitelerde kutu kutu evlere sahip olur. TV izlerken yorum yapar, "zaman kötü" der, "bu memleket nereye gidiyor?!" der, "dünyanın çivisi çıkmış!" der. Sonra gider büyük ve sıcak yatağına, huzur içinde uyur..

Birileri konforu seçer, birileri eylemi.. Franny Armstrong, eylemi seçenlerden.
Kuraklık, sel, eriyen buzullar, yok olan canlı türleri şimdilik konforu bozulmayanları çok ilgilendirmiyor olabilir ama Franny Armstrong bu insanlara çocuklarının, çocuklarının çocuklarının nasıl bir dünyada yaşayacağını göstermek için pek şahane bir film yapmış; Aptallık Çağı (The Age of Stupid)

Franny Armstrong
'un yönettiği, Pete Postletwalte'ın başrolünü oynadığı filmde 2055 yılında yaşayan bir adamın kendi ağzından hikayesini dinliyoruz. İhtiyar adam, tüketilmiş bir dünyada yalnız yaşarken 2008 itibariyle insanlığın elinde bir fırsat olduğu halde neden "kendini" kurtaramadığını arşivlere bakarak sorguluyor.

Bir sürü kıyamet senaryolu filmin yanında belki de "kıyamet"in suçunu insana yükleme cesareti gösteren ilk yapım Aptallık Çağı.

Yönetmen Franny Armstrong sadece filmi çekip ben görevimi yaptım da dememiş, karşı durduklarına her platformda karşı durmayı başarmış ve kulağa son derece fantastik gelen, güneş enerjisiyle işletilen ve uydu aracılığıyla 70 salona yansıtılan yeşil halılı bir gala gerçekleştirmiş. Baş rol oyuncumuz, Olağan Şüpheliler ve Babam İçin filmlerinden de tanıdığımız İngiliz aktör Pete Postlethwaite ise bu film için rastgele seçilmediğini bisiklet üzerinde ve bir güneş enerjili araç eşliğinde galaya gelerek göstermiş. Armstrong filmin çekimi sırasında yemekten, bisiklet, uçak, tren, araba ve motorlu tekne gibi kullanılan her şeye kadar kayıt tutturarak filmin karbon ayak izini de hesaplatmış. Faturayı yeni bir filmle ödeyeceğini umuyoruz..

Süreci bir de tersinden görürsek bir şeyleri idrak edebileceğimizi düşünen; yıkıcı iklim değişikliği ve buna bağlı milyonlarca insanın ölümünü engellemeye yönelik harekete geçmek için en fazla birkaç yılık bir zamanımızın kaldığını hatırlatıp; "Bu yüzden bir film yapımcısı olarak başka bir konuyu işleme şansınız yok" diyen netmeni canı gönülden kutluyoruz.
Fragmanımız da şudur!

Age of Stupid internette de yayınlanacak ve İngiltere'de 60 sinemada gösterilecek. Ama tabii ki
ülkemizde gösterim şansı bulamayacak. Ancak böyle bir tokattan mahrum kalmamamız için yeşil tshirtlü Greenpeace ve BKM şahane bir hareket yapmışlar. 16-31 Ekim tarihleri arasında Beşiktaş Kültür Merkezinde ücretsiz olarak filmi izleklere açmışlar.


13.10.2009

Beyni Verimli Çalıştırmanın Yolları..

0

Beyin Cerrahı Doç. Dr. Cahide Topsakal ile beyni daha zinde ve verimli kılmak için neler yapılması gerektiğine dair yapılan bir röportaj. Buyrunuz efenim..

ÇOK OKUYAN GEÇ BUNAR


* Beyni geliştirmek için neler yapılabilir?


Yapbozlar, çocukların beyin gelişimi için yararlıdır. İleri
yaşlarda da bulmaca çözmek, bol rakamlı şifreleri ve sayıları akılda tutmak ya da ezberlemek faydalıdır

Telefon numarası ezberlemekte de fayda vardır. Basit matematik hesaplarını kafadan çözmek de önemlidir. Bunları yapamayanların, bol bol kitap okumaları gerekir. Okuyan beyin, geç bunar.

07.00-10.00 ARASI ÇALIŞIN


* Beyin hangi saatte ne şekilde çalışmaktadır?


Depresyondaki beyin, gece yarısından sonra sağlıksız düşünür. İyi uyumuş ve yeterli beslenmiş bir bedenin beyni ise gerekli beyin egzersizlerini de yapmışsa; en iyi sabah saatlerinde çalışır. 07.00-10.00 arası, öğrenmeye en yatkın saatlerdir. Yemekten sonra konsantrasyon düşer ve uyku bastırır. Siesta döneminde beyin az çalışır ve hiç randıman alınmaz. Şekerlemeler, beyne iyi gelir. 10 dakikalık bir şekerleme bazen
altı saatlik uykuya bedeldir. Beyin, akşam saatlerinde tekrar açılır. Ancak midenin aç olmaması gerekir. Beyin sadece şekerle beslenir. Kan şekeri düşerse, beyin çalışmaz. Sık ama az yemek, kan şekerini sabit tutmak için önemlidir.

GÜNDE ALTI ÖĞÜN YİYİN!

* Bu yüzden mi, sınavlardan önce şeker yemek önerilir?


Evet. Kan şekerini sabit ve yüksek tutmak, beynin tam kapasiteli çalışmasını sağlar. Beyin, hızlı şokları sevmez. Günde altı kez beslenmek ise en sevdiği şeydir. Zihin akşam saatlerinde açılır. Bunda çay ve kahvenin de rolü var. Gün içinde beden yorgun düştüğü için beyin de bir süre çalışmayı reddeder. Trafik stresi, gürültü ve aile problemleri beyni yorar. Bu yorgunluktan kurtulmak için kendi ilacınızı kendiniz bulun, sakin bir müzik ve biraz Polyannacılık gerekebilir. Uykudan az önce verim artar. Beyin gece verim alıyorsa, bu saatler değerlendirilmelidir .

BAŞKASININ ACISINA ÇOK ÜZÜLMEYİN

Beynimizi endişeden uzak tutmalıyız. Beyin 'acaba'yı sevmez. Evrene soru işareti şeklindeki düşünceler yayarsanız, gerçekleşecek güzel olayları olumsuzlaştırabilirsiniz. Hiç kimsenin acısı ile çok fazla empati yapmamak lazım. Çok fazla empati, benzer acıların size yapışmasına yol açar. Endişeli bir beyin verimli olamaz. Hedefe kitlenin! "Kesinlikle bunu yaşayacağım "dediğiniz anda, bir beyin cerrahı olarak size garanti ediyorum ki; yapamayacağınız şey yoktur. Öte yandan başarıya alışmış bir beyni de doyurmak gerekir. Böyle bir beyin, daha çok başarı ister.

* Beyni genç ve zinde tutmak için tüketilmesi gereken gıdalar var mı?


Hafif miktarda kafein yani çay, kahve ve kola tüketimi beynin daha berrak çalışmasını sağlar. Birçok insanda kahve alışkanlığı beyni açmak için gelişmiştir. Kahve içmeden uyanamayan birçok insan vardır. Ancak alışık olmayan bir kişinin, güne kahve içerek başlaması ters etki yaratabilir. Çikolata, muz, fındık, fıstık ve balık gibi birtakım gıdalar ise serotonin içerdikleri için mutluluk hormonu yayılmasını sağlar. Bu gıdaların, beyni zinde ve mutlu tutmaya yönelik bir etkileri vardır. Mutlu beyin de, tam kapasite ile çalışır.


UNUTKANLIĞIN İLACI MEDİTASYON!

* Unutkanlık, beynin çok yorulduğunun bir işareti midir?


Unutmak, hafıza yorgunluğundan kaynaklanır. Genellikle önemsenen şeyler unutulmaz. Beyin önem sayısına göre olayları çöpe atar. 40 yaşından sonra, herkeste unutkanlıklar olur. Bunu geciktirmek elimizdedir. İyi beslenerek, kan şekerini sabit tutarak, spor ve beyin jimnastiği yaparak; unutkanlığı minimumda tutabiliriz. Beyin daha erken yaşlarda fire vermeye başlasa da,
yaşlanma 40'lı yaşlardan itibaren gerçekleşir. Beyni stresten uzak tutmanın yollarından biri meditasyondur.

ANTİDEPRESAN YERİNE GÜN IŞIĞI

* Mutluluk ve mutsuzluk beyni nasıl etkiler?

Beyin depresyona girdiği zaman farklı, mutlu olduğu zaman farklı çalışır. Ağır depresyon yaşayanların hafıza kaybına uğrar. Hafızanın geri gelmesi, bir-iki yılı bulabilir. Gün içinde beynin salgıladığı hormonlar, performans kabiliyetini etkiler. Mutsuzluk, mutluluk hormonunu aşağı çeker ve depresyonu getirir. Biz de, mutluluk hormonunun yeniden salgılanması için antidepresan veririz.

İLAÇ, BEYNİN ÜRETTİĞİ SEROTONİNİN YERİNİ ALAMAZ

* Antidepresanlar beyne herhangi bir zarar verir mi?


Beyne zarar vermezler ancak beyin dışındaki başka fonksiyonları etkileyebilirler. Şişmanlık ya da cinsel isteksizlik yaratabilirler. Ancak alkol ile birlikte alınırlarsa, beyne zarar verirler. Ben depresyondaki insanlara bol bol yürüyüşe çıkmalarını öneriyorum. Ayrıca, depresyona eğilimi olanlar odalarının perdeleri kapalı olarak uyumamalı. İnsanların sabahları gün ışığı ile uyanmaları gerekir. Gün ışığı, beyinde serotonin denen mutluluk hormonunu salgılayan en önemli faktördür. Sabahları, yavaş yavaş dönen ışığı beynin algılaması gerekir. İlaç, beynin kendi ürettiği serotoninin yerini almaz.

12.10.2009

Başak Nasıl Başak Oldu?

0



15 mayıs 1984 günü İzmir’in şahane baharını kaçırmak istemediğimden aniden kendimi dünyaya attım. Anne karnında kaybettiğim zamanı telafi etmek için türdeşlerimin bir çoğunun sindire sindire geçirdiği konuşma, yürüme, tanıma gibi süreçleri hızla geçerek dünya yüzeyindeki ilk yılımın sonlarına doğru bağımsızlığımı ilan ettim. İçimde dönüp duran ama bir türlü adını koyamadığım “rahatsız”lığın kaynağını çözmek için önce her şeyi öğrenip sonra da sıradan hepsini sorgulamaya başladım. Sorgularken aklıma yatmayan hiçbir şeyi kabul etmeyerek kendimce makul önerileri diğerlerine kabul ettirmeyi tercih ettim. Ancak öğrenim hayatıma başlamamın ilk ayında okuma yazma konusunu çözmüş olmama rağmen “c” harfinin yapılış yönünün mantığa aykırı oluşu konusunda kimseyi ikna edemedim. Evet, bu hala içimde bir yaradır.

Okuldaki başarımı başlarda çalışkanlığıma yormak isteyenlerin, itiraz edip “düzeltecek” şeyler bulmak üzere araştırma halinde olduğumu fark edip dehşete kapılmaları da uzun sürmedi tabi. Çeşitli uğraşlarla dikkatimi dağıtıp beni oyalamak isteyenlere inat, “insanlığa katkıda bulunmak için” bir dışavurum aracı edinmeye karar verdim ve resim yapmaya başladım. Resmin kendimi ifadede yetersiz kaldığını hissettiğim noktada her taze ergen gibi müziğe merak salarak bir gitar edindim. Ancak her taze ergenin müzik konusunda yetenekli olmayabileceğini görüp kendime yeni bir dışavurum kanalı aramaya başlamam çok uzun sürmedi. Bu kararımın komşular ve ev halkı tarafından sevinçle karşılanmasına içerlemedim dersem yalan olur.

Lise hayatım boyunca tiyatro sahnesinde huzuru bulmuş olsam da üniversite için sinema-televizyon okumayı seçerek sürprizlerle dolu bünyeme uygun bir hareket yapıp İzmir’den topladığım on sekiz yıl dolusu anıyı, gözlem ve düşünceyi ceplerime tıkıştırarak İstanbul’a geldim. Haydarpaşa’nın merdivenlerinde durup “Görelim bakalım sen mi büyüksün ben mi?! Seni yeneceğim İstanbul!!” diye bağırmadan, sessiz sedasız Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümünde okumaya başladım. Okul, ödevler, okumalar, festivaller, setler, diziler, yarışmalar, görüşmeler derken beş yıl geçti gitti. Sonunda kitlelerin tarafımdan aydınlatılmaya çok hevesli olmadıklarını kabul edip maksimum keyif biriktirme kararı alıp hayatla barış imzaladım. O da bu jestimi karşılıksız bırakmayarak gerçekleşmesi için emek sarf ettiğim bütün rüyalarıma ulaşabilmem yolunda kapılar açtı.Bir baktım dizi setinde rejiyim, bir baktım internette yayınlanan bir kültür-sanat dergisinde “yazar” listesindeyim... Bakın şimdi de burda önünüzdeyim.

Hayat işte…

3.10.2009

Film Ekimi

0

Önceki senelere nazaran daha az cesur bulsam da Film Ekimi sinemasal keşifler için her zaman iyi bir fırsat olmuştur. Bu nedenle okumalı, araştırmalı, en azından bir kaç filme şans verilmelidir diye düşünerek ben kabaca bir değerlendirme yaptım.
Tabi genel festival izleği tavrıyla vizyonda yer bulma şansı az olan, dağıtımı sınırlı, festivalden festivale karşılaşabildiğimiz daha cesur yapımlara ağırlık vermeyi tercih ettim. İlk bakışta en dikkat çekici gözüken yapımlar galalar olsa da vizyonda buluşmak üzere birkaç ay bekleyebiliriz diye düşünüyor seçmecelerimle sizi baş başa bırakıyorum. Afiyet olsun...





İlk seçmece filmimiz HUMPDAY / GEL PORNO ÇEVİRELİM

Yönetmen: Lynn Shelton
Oyuncular: Mark Duplass, Joshua Leonard, Alycia Delmore, Lynn Shelton

ABD, 200935 mm / Renkli / 92'
2009 Sundance Bağımsızlık Ruhu Jüri Özel Ödülü

“Son zamanların en iyi ve en özgün Amerikan komedilerinden biri” olan bu “zekice, sürprizlerle dolu, incelikli” film, ünlü “heteroseksüel panik”le dalgasını geçerken yakın dostluğun sınırlarını “eşcinselliğin de ötesinde” zorluyor. Mutlu bir evlilik sürdüren Ben, üniversitedeki çılgın günlerini çoktan ardında bırakmıştır. En yakın arkadaşı Andrew ise gezgin ve umursamaz bir sanatçı olmayı seçmiştir. Yıllar sonra yeniden görüşen iki eski arkadaş, eski tempolarını yakalamışken, alkolün su gibi aktığı bir partide amatör bir porno film yarışmasına katılmaya karar verirler. Kameranın önünde sevişecek, sınırları ve zihinleri zorlayacaklardır. Eşcinselden de öte, porno değil, sanat için...

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; film listesinden görebildiğim kadarıyla bu senenin en cesur seçkisi gibi duruyor. Fragmanı, müzikleri, oyuncularının sevimliliği derken şans verilesi bir yapım. Ancak festival kitapçıklarının ne derece yanıltıcı olabildiğini bildiğimizden beklentilerimizi çok yüksek tutmadan izlemekte fayda var diyorum.


İkinci seçmecemiz bir psikolojik gerilim; NE TE RETOURNE PAS / DÖNÜŞÜM

Yönetmen: Marina de Van

Oyuncular: Sophie Marceau, Monica Bellucci, Andrea Di Stefano, Thierry Neuvic

Fransa-Lüksemburg-Belçika, 200935 mm / Renkli / 110'


Bir yazar olan Jeanne, evinde bazı şeylerin değiştiğini fark eder. Bedeninde de farklılıklar vardır ama etrafında hiç kimse bunları görmez. Ailesi, yeni kitabını bitirmeye çalışırken duyduğu gerilimin bu korkulara neden olduğunu söyler ve Jeanne'ın hassasiyetini dikkate almaz. Oysa daha derinlerde, daha da huzursuz edici bir şeyler olmaktadır. Annesinin evinde gördüğü bir fotoğrafın izinde İtalya'ya giden Jeanne, burada bir kadının peşine düşer ve bu kadına dönüştüğünü fark eder. Gerçek kimliğinin tuhaf sırrı sonunda açığa çıkacaktır. Tüyler ürpertici atmosferi ve güçlü oyuncu kadrosuyla Dönüşüm, psikolojik gerilim türünün bildik öğelerini alışılmadık biçimlerde ve yine kadın ekseninde kullanırken yönetmen Marina de Van'ın önceki filmi Derimin Altında'yı hatırlatıyor.

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; Fransız ağırlığı, Monica Bellucci güzelliği, Sophie Marceau kırılganlığı ve psikolojik çatışmalar... Festivalde şans vermeğe değer bir kadın filmi olarak öne çıkıyor.



Üçüncü seçmecemiz siyasi, dramatik, ironik bir yol hikayesi; EDEN À L'OUEST / CENNET BATIDA

Yönetmen: Costa-Gavras

Oyuncular: Riccardo Scamarcio, Juliane Köhler, Odysseas Papaspiliopoulos, Léa Wiazemsky, Eric Caravaca, Ulrich Tukur

Fransa-İtalya-Yunanistan, 2009 35 mm / Renkli / 110'


Tıpkı Odisseia'daki gibi, kahramanımız Elias'ın macerası da Ege'nin serin sularında başlar: dram, şiir ve mizah dolu bir yol hikâyesi... Kıyıdaki parlak ışıklara yaklaşan eski püskü gemideki kaçakların hedefi belli; Batı'ya gidiyorlar. Hem gerçek hem de efsanevi bir yer olan Batı'ya. Sahil Güvenlik botlarıyla karşılaştıklarındaysa Elias ve arkadaşı gemiden atlayıp kıyıya yüzüyorlar. Vardıkları yer, “Cennet” adında lüks bir tatil köyünün çıplaklar kampı. Cennet'ten çıkmak zorunda kalan Elias'ın macerası Avrupa boyunca, polisler, kamyonlar ve yabancılar arasından geçerek son durak Paris'e kadar sürüyor. Siyasal filmlerin eşsiz ustası, kendisi de Paris'te yaşayan Yunan asıllı yönetmen Gavras'ın bu son filmi, günümüze dair bir kahramanlık efsanesi.

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; Costa Gavras gibi, insana değen her konuda söyleyecek sözü olan ve sözüne kulak verilesi bir yönetmenin filmi ıskalanmamalı diye düşünüyorum; özellikle 3,5 TL’ye sinemada izleme fırsatı yakalamışken.




Dördüncü seçmecemiz Danimarka-İngiltere ortak yapımı epik bir viking filmi; VALHALLA RISING / CENNETİN KAPISINDA

Yönetmen: Nicolas Winding Refn

Oyuncular: Mads Mikkelsen, Maarten Stevenson, Gary Lewis, Ewan Stewart, Andrew Flanagan, Gary McCormack

Danimarka-İngiltere, 200935 mm / Renkli / 90'

İngilizce; Türkçe altyazılı


Gangster filmleri üçlemesi Pusher ile tanınan yönetmen Nicolas Winding Refn, Pusher filmlerinin yıldızı (ve Ateş ve Citroen, Casino Royale, Prag, Düğünden Sonra filmlerinin oyuncusu) Mads Mikkelsen'le, bu kez henüz Ağustos ayında Venedik Film Festivali'nde ilk kez izleyiciyle buluşan epik bir Viking filminde buluşuyor. MS 1000 yılında geçen filmde Mikkelsen, Tek Göz adında dilsiz bir savaşçıyı canlandırıyor. Yıllarca bir Norman'ın tutsağı olan Tek Göz, on bir yaşındaki köle Are'nin yardımıyla kaçar. İskandinavya'ya dönmek için bir Viking gemisine binerler ama tanımadıkları bir ülkede karaya çıkarlar. Vikinglerin sonu, görünmeyen düşmanlarının elinde kanlı olur; Tek Göz ise bu vahşi ülkede gerçek kimliğini bulacaktır. , adını Kuzey mitolojisinde savaşçıların gittiğine inanılan cennetten alıyor.

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; festivalin en çarpıcı, en masalsı ve aynı zamanda en vahşi filmlerinden biri. Sırf yaratılan atmosferden sebeplenmek için bile kenarından kıyısından yakalanası..



Beşinci seçmecemiz biraz Türk biraz Bulgar bir iletişimsizlik hikayesi; EASTERN PLAYS / ŞARK OYUNLARI

Yönetmen: Kamen Kalev

Oyuncular: Christo Christov, Ovanes Torosian, Saadet Işıl Aksoy, Nikolina Yancheva, Hatice Aslan, Kerem Atabeyoğlu

Bulgaristan-İsveç, 200935 mm / Renkli / 89'

Bulgarca-Türkçe-İngilizce; Türkçe altyazılı


Cannes'da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde ilk kez gösterime çıkan ve Türk oyuncuların da yer aldığı kadrosuyla dikkat çeken Şark Oyunları, Bulgar reklam, video klip ve kısa film yönetmeni Kamen Kalev'in ilk uzun metrajlı filmi. Yabancılaşma ve ırkçılığı işleyen filmin çıkış noktası, yönetmen Kalev'in filmde Itso'yu oynayan çocukluk arkadaşı Christo Christov'un huzursuzluğu ve hayata karşı umutsuzluğu. Birbirinden kopan iki kardeşin kaderleri, ırkçı bir baskında buluşur. Kardeşler karşı saflardadır: Neo Nazi Georgi saldırganlardan biridir, abisi Itso ise saldırıya uğrayan Türk aileyi kurtarır. Şimdi Georgi, yaptıklarını sorgularken Itso, kurtardığı güzel Türk kızının yaşamına dahil olmaya çalışır. Itso'yu canlandıran Christov, çekimler tamamlandıktan sonra üzücü bir kazada hayatını kaybetti.

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; Saadet Işıl Aksoy’un değdiği her yere bulaştırdığı kedisel masalsılık, toplumsal iletişimsizliğin komşunun penceresinden yorumu ve Christo Christov ‘a sinemasal bir veda için listemizde yer almayı hakeden bir film.



Son seçmecemiz Çavuşesku Romanya’sından geliyor; AMINTIRI DIN EPOCA DE AUR / ALTIN ÇAĞDAN ÖYKÜLER



Yönetmenler: Hanno Höfer, Marculescu, Cristian Mungiu, Popescu, Ioana Uricaru

Oyuncular: Alexandru Potocean, Birau, Ion Sapdaru, Diana Cavallioti, Vlad Ivanov, Calin Chirila

Romanya, 2009 35 mm / Renkli / 155'

Rumence; Türkçe altyazılı


Çavuşesku rejiminin son on beş yılı Romanya tarihinin en berbat dönemiydi. Buna rağmen, zamanın propaganda mekanizması bu dönemi “Altın Çağ” olarak anıyordu... Komünist rejim sırasında günlük hayatta yaşanan tuhaf olaylardan esinlenen komik, acayip söylenceler ortaya çıkmıştı. Rumenleri mizah ayakta tutuyordu. Altın Çağdan Öyküler de dikta baskısının çarpık mantığıyla her gün yüzleşmek zorunda kalan bir milletin ruh halini yansıtmaya çalışıyor. İlk kez Mayıs ayında Cannes'da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen film, yaşanmış birkaç öykü aracılığıyla gıdanın paradan, özgürlüğün aşktan, yaşamanın ilkelerden daha önemli olduğu bir devri anlatıyor.

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; Çavuşesku’lu Romanya’yı, herşeye rağmen mizah duygusunu kaybetmeyen bir bakışla yansıttıklarına göre, dünya tarihinden bir şeyler öğrenmemekte ısrarcı bünyeleri bile en azından güldürmek üzere sinemaya çekebilir diye umuyoruz..



Şöyle de bir bonusumuz var; 9

Yönetmen: Shane Acker

Seslendirenler: Elijah Wood, John C. Reilly, Jennifer Connelly, Christopher Plummer, Glover, Martin Landau

ABD, 200935 mm / Renkli / 81'

İngilizce; Türkçe altyazılı


Bugüne kadar izlediğiniz hiçbir canlandırma filme benzemiyor. Bugüne kadar dünyayı kurtaran hiçbir kahramana benzemiyorlar. Hem aksiyon dolu bir macera filmi hem de heyecan dolu bir fantezi-canlandırma. Yakın bir gelecekte dünyadaki makineler isyan ederek insanlığa savaş açar. Toplumsal çalkantılarla insan nüfusu neredeyse silindikten sonra makinelerin çoğu kapanır. Dünyamız yıkılırken dokuz küçük, dikişli bez bebeğe can verilir. Hedefleri arta kalan canavar makinelerdir. Kara mizah ustası ve doğaüstü filmlerin eşsiz yönetmeni Tim Burton Wanted, Gece Nöbeti ve Gündüz Nöbeti filmlerinin yaratıcısı Timur Bekmambetov'un ortak yapımcılığını üstlendiği steampunk şaheseri 9, yönetmen Shane Acker'ın 2006 yapımı 11 dakikalık Oscar adayı kısa filminden uyarlandı.

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; genel olarak vizyon şansı düşük, dağıtımı sınırlı, festivalde yakalamakta fayda olan filmlerden seçmece yaptık. Ancak 9 öyle sevimli, öyle davetkârdıki bahsetmeden geçmeye içim el vermedi. Tim Burton'un yapımcılığını üstlendiği, Shane Acker'ın yönettiği animasyon filmi "9" ismine yakışır şekilde 9.9.09 tarihinde vizyona girdi. Filmin Türkiye'deki gösterim tarihi henüz belli değil. Bu nedenle kendinize hakim olamayıp derhal izlemeliyim derseniz Film Ekimi size bu konuda yardımcı olacaktır. Bilginize..


Son dakika golü; DAS WEISSE BAND / BEYAZ BANT


Yönetmen: Michael Haneke

Oyuncular: Ulrich Tukur, Christian Friedel, Leonie Benesch, Ursina Lardi, Michael Kranz

Almanya-Avusturya-Fransa, 200935 mm / Siyah-Beyaz / 150'

Almanca; İngilizce ve Türkçe altyazılı

2009 Cannes Altın Palmiye; FIPRESCI Ödülü


Huzursuz edici, zorlayıcı, ürpertici filmlerin uzlaşmaz yönetmeni Michael Haneke, bu kez sırlar, kötü niyet, entrika ve aile kavgalarıyla örülü, Bergmanvari bir köy portresi çiziyor. Yönetmeninin “mutlak değerlerle kurulmuş sistemler terörizme yol açar” tezini açığa çıkaran film, Birinci Dünya Savaşı öncesinde 1913-14 yıllarında Almanya'nın Protestan kuzeyinde bir köyde olan biteni izliyor ve öğretmenin yönettiği koroyu, korodaki çocukları, onların ailelerini, yani baronu, kâhyayı, papazı, doktoru, ebeyi ve çiftçileri gözlüyor. Tuhaf kazalar, sonunda bir tür ceza ayinine dönüşüyor. Peki tüm bu olanların ardında kim var? Almanya'nın 2010 Oscar aday adayı, yanıtlardan çok sorular sunuyor.

Fragman için şuraya bakılabilir!

Bence; Haneke gelmiş hoş gelmiş, Film Ekimi sayesinde bir kez daha bizleri “rahatsız” etmeye gelmiş. Gala filmlerinden olan Beyaz Bant, “Ciddi Bir Adam” filminin kopyasında sorun çıkması sonucu hafta içi gündüz seanslarında izleyebilmemiz için yamacımıza gelmiş. Seyirci beyaz perde karşısında nasıl hem izleyen hem izlenen hissettirilir bir kez daha görmek isteyenler için bu şahane fırsatı, İKSV’nin bu son dakika golünü duyurmak da bize kalmış...





Ve Diğerleri...



Steven Soderbergh bu sene üç filmle katılıyor Film Ekimi’ne;
THE INFORMANT! / İSPİYONCU– ki kendisiyle vizyon buluşmamız 6 Kasım 2009 –
Fragmanımız da şudur.

Soderbergh adıyla karşılacağımız diğer iki film ise Che’nin yolculuğunu anlatıyor.
Küba devriminin sonuna kadar anlatan ilk bölüm CHE PART ONE: THE ARGENTINE,
fragmanımız şudur.
Bolivya mücadelesi ve sonuçlarını anlatan ikinci bölüm CHE PART TWO: GUERRILLA,
onun da fragmanı şudur. Vizyon tarihleri henüz bilinmemekle birlikte çok bekletilmeyeceğimizi umuyoruz.

Duncan Jones’un yönettiği MOON / AY filmi “bağımsız ve klostrofobik yapım” olarak nitelendirilmesiyle ürkütmüş olsa da fragmanıyla heyecanlandırmayı başardı.
Buyrunuz.

Park Chan-wook elinden çiğ tavuk olsa yenir diyenler için bir vampir filmi BAKJWI / KAN ARZUSU ki fragmanı da şudur!

Bir Michael Moore klasiği; CAPITALISM: A LOVE STORY / KAPİTALİZM: BİR AŞK HİKÂYESİ. Buyrun fragmanımız!

Sınır zorlayıcı, sinir zorlayıcı bir Denis Villeneuve filmi; POLYTECHNIQUE
Gerçek hikaye, bol kan, bu da fragman!

Johnnie To’nun elinden çıkan VENGEANCE / İNTİKAM PEŞİNDE. Bizi çok şaşırtmasını beklemediğimiz aksiyon dolu bu neo-noir gangster filminin fragmanı da şöyle oluyor!

Olivier Hirschbiegel’dan 2009 Sundance Dünya Sineması: Yönetmen Ödülü; Senaryo Ödülü sahibi FIVE MINUTES OF HEAVEN / CENNETTE BEŞ DAKİKA. Fragmanımız da burda!


Rachid Bouchareb elinden çıkma “sevgi, umut, savunmasızlık ve hepsinden öte, insanlık hakkında bir film”; LONDON RIVER / LONDRA NEHRİ. Fragmanımız burda!



Ve galalar...



LOOKING FOR ERIC /HAYATA ÇALIM AT
Yönetmen: Ken Loach

Fragmanımız henüz yok malesef.

BRIGHT STAR / PARLAK YILDIZ
Yönetmen:
Jane Campion

Fragman; burada!


SKONI TOU CHRONOU / ZAMANIN TOZU
Yönetmen: Theo Angelopoulos
Fragman; burada!

WHATEVER WORKS / KİM KİMİNLE NEREDE
Yönetmen: Woody Allen
Fragman; burada!



Diğer tüm bilgiler için buyrun burdan yakın.